ZAMANIN DURDUĞU ŞEHİR : MARDİN (1.kısım)

Mardin; uzun zamandır gitmek istediğim nadide şehir. Yaşadığım şehre çok yakın oysaki ama her zaman yakın olana nasıl olsa gidilir düşüncesiyle cepte duran jokerimdi bu şehir :) ee 1 mayıs bu sene pazartesiye denk gelerek gözümüzde mübarek olunca tam zamanı dedik. Mardin güneydoğunun diğer illeri gibi en güzel halini ilkbahar ve sonbaharda sunar misafirlerine. Sevmediğiniz birine "Ağustos'ta Mardin" turu satın alabilirsiniz mesela:)

Mardin sanat, tarih ve lezzeti bir arada taşıyan nadide bir İlimiz. Eski Mardin olarak anılan ve tarihi dokunun yoğunlukta olduğu alana hizmet eden tek bir yol var ve tek yön :)gidişi var ama dönüşü yok:) Mecburiyet caddesi diyorlar buraya ve cadde boyu takı, sabun, baharat, kuruyemiş ,kahve,badem şekeri:), vs. ürünlerin satıldığı dükkanlarla bezeli gezilesi bir cadde. Aracımızı park edip başlıyoruz caddeyi adımlamaya :)


Esnafların hoş muamelesi, şivelerinin tatlılığı, yol üzerinde ikram edilen badem şekerlerinin tadı...hasılı hemen içine alıyor bizi bu kent... cadde boyu yürürken bir yandan da kalacak yer bulma telaşına giriyoruz ta ki Şatana Konağı'nı görene kadar. 1890 yılında Mardin'in yönetici ailesi olan Şatana Ailesi için yaptırılmış. 127 yıldır tüm güzelliğiyle hala nice insanlara hizmet etmekte. Şimdilerde Artuklu Üniversitesinin uygulama oteli olan bu konağa ba yıl dık :) Şanslı günümüzdeymişiz ki otelin tek bir odası kalmış ve en güzel odası :) Odaya çıkınca ikinci bir güzellikle tanışıyor gözlerimiz. Mezopotamya uçsuz bucaksız manzarasına eşlik eden 780 yıllık Şehidiye Camii minaresi... Tarihin içinde kayboluyoruz adeta. Odaya girince ise işte bu diyorum. Yüksek kubbeli tavan, oyma taşla bezenmiş duvarlar,ince uzun pencereler, pencere denizliğindeki bir çift güvercin yumurtası ve muazzam manzara... 








Evet itiraf ediyorum odadan çıkmak istemediğim için programımızda olan Sakıp Sabancı Kent Müzesi'ne geç kaldık. 

Ama pişman değilim yine gideriz ne olmuş :) Binanın dış aydınlatması güzelmiş çok beğendik :D


Geri dönüp Şehidiye Minaresinin altında çaylarımızı yudumlayıp akşam bir denizi andıran Mezopotamya'yı izlemeye koyulduk. Minarenin taş işçiliği görenleri hayran bırakacak güzellikte. 1201-1239 yılları arasında yaptırılmış bu şaheser 800 yılın verdiği haşmetle duruyor.


Bir şehirde gün batımına ve gün doğumuna şahit olmuyorsak o şehri tam olarak anlamış saymıyorum teorik olarak :)

Mardin de bu muazzam kubbenin altında dalmak uykuya şehri anlamanın ötesindeydi benim için. Uyandığımda Mardinliydim artık deyip abartayım :) 

Sabah toparlanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra çıkıyoruz ve Zinciriye Medresesi'ne gitmeye karar veriyoruz. Çıkış baya bi zorlu ama kesinlikle değiyor. Bu medrese 1385 yılında Artuklu Hükümdarı Sultan İsa tarafından yaptırılmış. Dış kapısında Besmele-i Şerif ve Neml Suresinin 19. ayetinde geçen Hz. Süleyman Yüce Allah'tan duası işlenmiş. Şöyle ki: "Rabbim bana ve ebeveynime lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın barışçıl bir iş yapmama imkan ver. Ve rahmetinle beni barışsever iyi kullarının arasına sok." Çok etkileyici değil mi?






Peki neden Zinciriye ismi verilmiş bu medreseye diye benim gibi merak edenler vardır mutlaka :) Ulucami'nin iki minaresi arasında bir zincir gerili imiş. Bu minarelerden biri Timur tarafından tahrip edilince bu zincir medresenin iki kubbesinin arasına asılmış. bu sebepten dolayı Medrese Zinciriye olarak anılmaya başlanmış.


Bu civarda bulunan medreselere ilişkin çok güzel bir detayı paylaşmak istiyorum sizlerle. Medresenin avlusunda Hayat Çeşmesi bulunuyor. Bu çeşmeden akan su önce küçük bir havuza buradan da büyük bir havuza akıp oradan da bahçedeki toprağa karışacak şekilde tasarlanmış. Suyun takip ettiği bu yol hayatı ifade etmekte. Kişi önce doğar (çeşme), sonra gençlik dönemini yaşar (küçük havuz), sonra olgunluk ve yaşlılık dönemini ifade eden büyük havuza dökülür. Ve en nihayetinde toprağa karışması ölümü temsil eder.


Zinciriye Medresesinden çıkıp tıngır mıngır iniyoruz merdivenleri :) bi çay içip soluklanmak istiyoruz. Basamaklarında ünlü şairlerin şiirlerinin yazıldığı bir kafe çekiyor dikkatimizi ve giriyoruz içeri. Burası hem kitapçı hem de kafe... Ne zamandır aklımızda olan kitabı burada bulmanın sevinciyle çaylarımızı yudumlarken bir yandan da kitaba göz atıyoruz :) ufak bir çay molası, gazelleri okuyup derinlere daldığımız uzun bir sohbete dönüşüyor. Zaman duruyor bizim için sanki :) Gerçek zamanın durmadığını fark edince yola koyulmamız gerektiğini anlıyoruz :) 



Gezmeyi planladığımız bir çok yeri ziyaret edemeden ayrılıyoruz Mardin'den. Anlıyoruz ki bu kentin bize bir daveti. Yine gelin diyor bize :) Veda etmeden ayrılıyoruz eski Mardin'den. Rotamızı Deyrulzafaran'a çeviriyoruz. Gelin görün ki Pazartesi günü olması sebebiyle ve öğlen saati (dua saatiymiş) olması sebebiyle bize bir buçuk saat kadar beklememiz gerektiğini söylüyor görevli... Bu da ikinci davet sanırım :) Nasip deyip Midyat'a doğru yola koyuluyoruz. 




Dinlerin ve dillerin buluşma noktası Midyat; Asur tabletlerinde "Matiate" olarak geçiyormuş. Meali ise Mağara kenti demekmiş. 

Midyat sokaklarını gezerken Gelüşke Hanı'na rastlıyor ve burada bir müddet soluklanıyoruz. 1903 yılında Süryani bir vatandaş tarafından inşa edilen bu tarihi han yöresel yemeklerin sunulduğu pek çok restorana, köy dinlenme odalarına, şadırvan bahçesine ve kafelere ev sahipliği yapıyor.




Midyat'ın tarihi dar sokaklarında gezinerek Tarihi Konukevine varıyoruz. Burası Sıla Konağı olarak da biliniyor. Harikulade bir konak. Midyat'da bulunan en önemli sivil mimari örneği. Oldukça süslemeli bir giriş kapısına sahip olan konak teraslarından sunduğu manzara ile de gönlümüzü fethetti. Üst katta bulunan yarım daire şeklindeki çıkma balkona ba-yıl-dım :) Orda öylece durup seyretmek istiyorsunuz ama uzun bi fotoğraf sırası olunca :) pek mümkün olmuyo o dediğim :)







Konukevinin ardından Midyat sokaklarında dolaşıp kenti teneffüs edip, ruhunu hissetmek istiyoruz. Hoşgörünün başkenti ilan ediyoruz Midyat'ı. :)







Midyat'a gelmişiz gümüş almadan olur mu hiç :) en göze çarpan takı şahmeranlar çeşit çeşit, desen desen... Şahmeran demişken hikayesini anlatmadan dururmuyum :) durmam :)


Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis'te ve Mardin'de.
Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. 
Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp'ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;
- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz. Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş. 
Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp'ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran'da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.
Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış.Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp'ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran'a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp'ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:
- Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.
Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Tahmasp'ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş 
Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış. Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp'ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp'ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler. Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp'a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp'ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp'a dönmüş: Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur! 
Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş. Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp'ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp'a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş...

Bu efsane üzerine en güzelinden şahmeranımı aldıktan sonra Midyat'tan ayrılıyoruz. Bir sonraki durağımız Beyaz su Vadisi :) Mardin'in Nusaybin İlçesinde bulunuyor bu vadi. Önceleri bana Nusaybin'in bu kadar yeşil bir yer olduğunu söyleseler inanmazdım. Hayallerimden çok farklı çıktı. ve Midyat Nusaybin yolu bize harika manzaralar sundu. Nihayet Beyaz Su'ya vardığımızda kurt gibi acıkmıştık. Vadi boyu sıralanmış tesislerden birine kurulup ilk iş siparişimizi verip su sesinin ritmine bıraktık kendimizi :) ayaklarınız serin suda rahatlarken siz yemek yiyebilir, veya oturduğunuz yerden ayaklarınızı suya sokabilirsiniz. Peyzaj olarak çok daha güzel değerlendirilebilecek olan bu tesisler mevcut halleri ile de baya keyif veriyor bize :) hele bide yazın tam sıcağında bu buz gibi su içerisinde yenilen yemeğin hazzını tahmin bile edemiyorum. Siparişimizin gelmesi bir saati alsa da o anki açlığımızdan mıdır nedir lezzet bizi mest etti hele kasaya gidince durum daha da katmerlendi. Servis yavaş olabilir ama lezzet garanti :)



Ruhumuzu, Gözümüzü, Bedenimizi, Damağımızı şenlendirip yüzümüzde kocamaan bir gülümseme ile ayrılıyoruz Mardin'den :) bir sonraki ziyaretimiz için sabırsızlanıyorum :)

Yorumlar

  1. nusaydine gitmedim ama diğer yerleri az bile anlatmışsınız diyebilirim , o kadar güzel ki kelimelerin gücü bir yerde tükeniyor çünkü... keşke yine gidebilsem :) bu arada mardinin gündüzü güzel ama gecesi ayrı güzel ... ve insanları da çok güzeldir , hiç rahatsız olmadan gezersiniz :) ( bunu bir bayan olarak belirtmek istedim )

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Umarım en yakın zamanda tekrar gidersiniz. Benimde aklımda kalan gidemediğim bir çok yer oldu Mardin'de. Bende en yakın zamanda tekrar gitmek istiyorum bu yüzden:) Sizde çok güzel noktalara değinmişsiniz. Teşekkürler sevgiler..

      Sil
    2. aynı zamanda gidersek ptt nın karşısında bir kahve içelim :)

      Sil
    3. Nasıl güzel fikir:) şehidiye minaresi şahitlik etsin bu güzel buluşmaya :)

      Sil
  2. Blog keşif etkinliğinden geliyorum.Aramıza hoş geldiniz :) Tabi ki takibe aldım sizi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hoşgeldiniz:) umarım severek takip edersiniz:) bende ziyarete geliyorum hemen...sevgiler..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

NEMRUT: GÜN DOĞUMU

DÜNYANIN EN ESKİ ANITI: GÖBEKLİTEPE